Karaçam Köyü

DEĞİRMENDEN GELEN SESLER

Muharrem Dayanç

Yazarın şu ana kadar yazılmış 16 makalesi bulunuyor.

Türk dergicilik tarihinin önde gelen dergilerinden biri olan Servet-i Fünûn’un 27 Şubat 1896 Perşembe günü 259. sayısının kapağında “Menâzır-ı Latîfeden: Adapazarı’nda Dolaplı Değirmen” (Le Moulin a Roue de Ada-Bazar) alt başlığıyla “Adapazarı” misafir edilir. Fotoğrafla ilgili açıklama ise derginin 391. sayfasının sol sütununda “Resimler: Değirmen Dolabı” başlığı altında imzasız bir şekilde kendisine yer bulur:

 

 

 

 

 

 

 

 

“Birinci sayfamızdaki resmin manzarasını beğendiniz değil mi? İşte biz de fevkalâde beğendiğimiz için hakkettirerek pişgâh-ı temâşânıza vaz eyledik. Bu, Adapazarı’nda bir mevki-i ferah-fezâdır ki kasabanın birinci mesîresi hükmünde sayılıyor. Adapazarı’nın nerede olduğunu tarife ihtiyaç yoktur zannederiz. Her sabah Haydarpaşa’dan Ankara’ya Konya’ya doğru hareket edip giden katar İzmit’ten sonra latîf vadiyi, zarîf gölü arkada bırakınca bir istasyonda tevakkuf eder ki üzerinde “Adapazarı” ismi okunur. Hâlbuki asıl kasaba bir saat kadar içeridedir, arabalarla giderler. Kariben bu yola da demir çubukların tefrîşi mutasavver bulunduğu cihetle resmini temâşâ eylediğiniz su başına, çağlayan kenarına kadar da şimendiferle gidilecek demektir.”

 

 

 

 

 

 

 

 

Metinde öne çıkan unsurlar olarak Haydarpaşa’dan kalkan trenlerin Adapazarı’ndan geçmesi, Sapanca Gölü’nün kenarında “Adapazarı” levhalı istasyonda durmaları, burası ile ana yol dışında kalan kasaba merkezi arasında -planlandığı hâlde- demir çubuklar (raylar) henüz döşenemediği için tren dışında vasıtaların işlemesi ile mesire alanının büyüleyiciliği sayılabilir. Bütün bu betimlemeler, içinde değirmen dolabını döndüren bir çağlayanın da bulunduğu su başı (mesire yeri) hakkında okuru bilgilendirmek için yapılır. Vadi latif, göl zarif, mesire yeri huzur vericidir. Ayrıca, Haydarpaşa ile Adapazarı arasındaki demiryolu, yol kenarındaki göl, kasaba ve buradaki mesire alanıyla ilgili merak uyandırıcı ifadeler, 1930’lardan sonra buraya (Sapanca, Adapazarı) düzenlenecek tenezzüh trenlerinin fikir boyutundaki dibacesi (başlangıcı) gibi düşünülebilir. İstanbul’dan bu bölgeye yapılacak tenezzühlerin ortaya çıkmasında İstanbul basınında çıkan haberlerin yanı sıra başta Nahit Sırrı Örik olmak üzere bölgeye seyahat eden edebiyatçıların yazdıkları da etkili olmuş olabilir.

Bahsi biraz daha çeşitlendirmek için Adapazarı ve yakın çevresiyle ilgili bir örnek daha vermek isteriz. Salih Feridun Nigâr’ın (1882-1964), 1912 yılında İstanbul’dan Konya’ya tren ve arabayla yaptığı yolculuktan sonra Konya’dan Tevfik Fikret’e gönderdiği kartpostalda (11 Nisan 1912) dile getirdikleri, bu güzergâhın geçmişine ayna tutması ve o günden bugüne fazlaca bir değişim geçirmediğini göstermesi bakımından mühimdir:

“Efendim,

Buraya dün gece geldik ve daha şehri dolaşmaya vaktimiz olmadı. Eskişehir’den itibaren manzara müt’ib ve yek-âheng. Sabahleyin beşte hareket eden tren gece onda vâsıl oldu. Fakat bu yorgunluğa mukabil Bursa’dan Mekece’ye (İznik’ten geçerek) 16 saat süren araba seyahatinde ve bilâhare Mekece’den Eskişehir’e trenle giderken hissettiğim amîk zevk-ı nezîhi tarif edemem. Her taraf yeşil, hava taze idi. İznik gölünün kenarında edvâr-ı kadîmeyi düşünerek muhteşem gurubu seyrederken teessürle, biraz mezâhim-i sefere katlanabilseler de görseydiler, dedim. Kemâl-i ta’zîm ile her ikinizin de ellerinizden öperim, efendim. Feridun. (İstanbul – Bebek – Robert Kolec)”1

1896 ve 1912 yıllarının Adapazarı ve çevresine kısaca değindikten sonra 14 Eylül 2025’te ( t54.com.tr ) adresinde paylaştığımız “Sadi Abi’nin Değirmen Anıları” başlıklı yazıya gelen yorumlarla hayallerimizdeki değirmenlerin suyunu köpürtmek, taşını döndürmek isteriz. Bakalım okur nasıl görmüş Sadi abinin anılarını ve bizim değirmen bahsine bakışımızı.

“Bu yazıdan sonra insan şunu düşünüyor: Belki de değirmen sadece tahıl öğütmedi… İnsanı öğüttü. Zamanı, sabrı, dostluğu, paylaşmayı… Her dönüşünde bir hatıra bıraktı. Ve şimdi, bu yazıyla birlikte, o hatıralar tekrar dönmeye başlıyor. Gürültüsünü duymak isteyenler için değil, sessizliğe kulak verenler için.

Kıymetli bir kültür mirasına içtenlikli bir ağıt, zarif bir hatırlama, güçlü bir yazınsal duruş bu metin.

İyi ki yazılmış. Daha da önemlisi:

İyi ki okuma imkânı bulduk.

Emeğinize sağlık kıymetli Hocam. Her zamanki gibi harika bir yazı olmuş.”

(İlk yorum yazıya olumlu bir yaklaşım sergiliyor, bizi geçmişe ve o günlerin uğultusuna götürüyor. “Kıymetli bir kültür mirasına içtenlikli bir ağıt, zarif bir hatırlama, güçlü bir yazınsal duruş” ifadesi insanın başını döndürüyor, değirmen çarkı ve taşı misali. Zaman zaman bana da gelen “kime yazıyorsun, niçin yazıyorsun, ne gerek var dili ve hayatı bu kadar zorlamaya” tedirginliklerine ilaç gibi bir yorum bu. Sen yaz denize at, gayrısına karışma, der gibi.)

“Okudum ve çok sevdim. Annemin babası olan rahmetli dedem değirmenciymiş. 1950’de terk ederek bıraktıkları Kırcaali’deki köyde, dedemin değirmeninin kalıntıları var. Rahmetli annemin çocukluk anılarındakinden çok farklı tabii ki… O değirmen, İkinci Dünya Savaşı’nın açlık günlerinde annemin ailesini doyurmuş. O korkunç kıtlık günlerinde, buğday, mısır bulamayan köylü, kuru fasulyesini un yapmak (öğütmek) için getirirmiş dedeme. Karşılığında bir miktar fasulye unu vermek karşılığında. Dedem, onlardan fasulye unu almamış, öğüttüğü unlardan verilen mısır ve buğday unundan vermiş. Sevinçten ağlayarak alıp gitmişler. Hepsine rahmet olsun.”

(Benim için en ilginç ve öğretici yorumlardan biri bu oldu. Bu sefer Balkanlar’da Kırcaali’deyiz. Hangi değirmen hikâyesinde derinleştiysem değirmene ilk taşı dedelerin koyduğunu görüyorum. Onların çocukları bu mirasa sahip çıkmışlar, çıkabildikleri kadar. Biz torunlar, bırakın bu mekânlara sahip çıkmayı ve buraları işletmeyi, koruyamamışız bile. Bu yorumda bir incelik daha var ki, bilen bilir, o da değirmenciliğin şanındandır: Değirmen ve değirmenciler fakir dostudur. Bu yorum, coğrafyaları genişlettiği ve işin özüne vurgu yaptığı için ayrı bir dikkati hak ediyor.)

“Hocam bu yazı bir ağıt gibi ama hani ‘ölüm evi gülüm evi’ dedikleri bir evin ağıtı gibi, arada gözyaşı hâlâ süzülürken gülünen… Ama ne isterdim biliyor musunuz şimdi, bu anılardan damıtılmış büyülü gerçekçi bir değirmen öyküsü okumak, yanında demli bir çay ve tereyağı sürülmüş köy ekmeği. Mis gibi güz kokusu, serinleyen havanın ferahlığı, uzaktan bir değirmenin uğultusu…”

(Çarpıcı bir değirmen yorumu daha. Yazımız değirmenlere yakılmış bir ağıttı, doğru. Ama onunla birlikte bu mekânların “büyülü gerçekçi” bir tarafı da vardı ki böyle yerleri işletenler bunu bilirler, işin içine üç harfliler girer, görünmez kanatlılar ve bin yıllık hikâyeler de. Celâl dedem üç harflilerden biriyle evli olduğunu söyler, bize değirmen masalları anlatırdı. Apaydınlık bir günde yağmur yağarken düğününü yapmışlar. “Büyülü gerçekçilik” nedir deseler sizin oralarda “güneşli bir günde yağmurun yağması” derim.)

“Kaleminize sağlık hocam… Yazınızı okurken “geçmişe sahip çıkmak” deyimini düşündüm. Sizin geçmişle, geçmişin mekânlarıyla (hâliyle ruhuyla), insanıyla, değerleriyle, taşıyla, toprağıyla, değirmeniyle ilişkiniz ve bunu ifade edişiniz, bir o güne bir bugüne yer veren o salınım kimin kime ya da neyin neye sahip çıktığını düşündürdü bana. Geçmişe sahip çıkan biz değiliz galiba, o geçmiş bize sahip çıkıyor, sarmaladığı ben’i/biz’i koruyor. Anlattığınız anıların (mekânların, insanların, olayların, sözlerin) hoşluğu herkesin yaşamına sinsin, yazı da yerini bulsun inşallah…”

(Bu yorumda enfes bir cümle var ki üzerine surlar yapmak, köprüler kurmak, değirmenler inşa etmek mümkün: “Geçmişe sahip çıkan biz değiliz galiba, o geçmiş bize sahip çıkıyor, sarmaladığı ben’i/biz’i koruyor.” Geçmişe hiç böyle bakmamıştım. Ufkum açıldı ama nefesimi de kesti bu cümle. Aklıma Tanrı’nın bile yapamadığını yapan, geçmişi değiştiren tarihçiler geldi. Biz mi geçmişi değiştiririz, geçmiş mi bizi dönüştürür, yoksa tarih dedikleri şey külliyen bir yük müdür milletçe hatta tüm insanlıkça taşınan, bilemedim.)

“Hocam şimdi okudum yazınızı, geç dönebildim kusuruma bakmayın. Değirmenin hayatıma ne kadar uzak olduğunu ama ne kadar da hayatta önemli bir yeri farklı bir dünyası olduğunu fark ettim yazınızla. Yeni bir ufuk açtınız. Teşekkür ederim. Bundan sonra değirmenlere farklı bir bakış açısıyla yaklaşıp biraz da okumalarımda buna dikkat edeceğim.”

(Yazı, bir okurda, değirmenlerle ilgili farkındalık yaratmış. Az bir şey değil bir kavramın, olgunun, mekânın insan hayatına sızması. Umarım bu patika, üstünde/içinde ağaçların bahara ve meyveye durduğu bir meydana dönüşür, onlarca yolun kendisine çıktığı.)

“Merhaba Hocam,

Ne güzel bir coğrafyada geçmiş çocukluğunuz, belki ilk gençlik yıllarınız. Paha biçilemez hatıralar ve öğretileri. Dilerim bu hayatta ‘ruh’u, insanlığı koruyabilenlerden oluruz, her şey naylondan olsa da.

Bir de ‘Türkçeyi hazır bulmadım dünyamda’ demişsiniz. Belki de bahsi geçen durum çabanızı, azminizi diri tutmuş ve evet, iyi ki. Hafızanız dizelerle bezenmiş, bize de taşmış. Şanslıyız:)

Paylaşımınız için teşekkür ediyorum, gruplara ilettim.

Keyifli pazarlar.”

(Yorumu yapan bir öğrencim olmalı. Turgut Uyar’ı sevdiğimi biliyor, naylondan belli. Değirmenler ve naylon kadar Türkçe ile olan ünsiyetim de ilgisini çektiğine göre evet evet öğrencim olmalı. Bizim gibi taşrada hayata gözlerini açanlar doğa ve onun sundukları dışında hiçbir şeyi önlerinde hazır bulmadılar, Türkçeyi de. Yaşamayan bilmez. Biz ki geceyle ineni de biliriz, günle gideni de. Bize uzun yollardan geldi Türkçe, anlatmaya Türkçemiz yetmez.)

“Sizin gibi kendi memleketine bu kadar âşık başka bir insan görmedim ben hocam, yazı yine harika olmuş. Değirmenci çocuğu olduğunuzu bilmiyordum. Ben de rahmetli dedemden gençliğine ait değirmen anıları dinlemiştim. Onlar bu kadar aydınlık değildi. Bizim köyün değirmeninde işlenmiş bir faili meçhul cinayeti anlatmıştı. Kendi kardeşini son anda nasıl zar zor kurtardığını da… Yazılarınız bütüne katkı olsun hocam, seviliyor, sayılıyorsunuz.

Mutlu bir pazar diliyorum”

(Tekin yerler değildir değirmenler. Buralara ayna tutanlardan biri de Sabahattin Ali. “Değirmen”inde arka yüzünü gösterir bu mekânların. Sevdiğinizi de değirmen yolunda beklerdiniz eskiden, düşmanınızı da. Beklemenin, beklemeyi ummanın, hatta kavuşmanın da mekânıydı değirmenler. Karacaoğlan’ın değirmende una bulanmış sakalları geldi gözümün önüne. Sahi ona “emmi” diyen kız kimdi? Faili meçhul demiş okur, zihnimde bir türkü çalmaya başladı bile: Değirmen başında vurdular beni / Kirli tütünlüğe sardılar beni…

Gelelim mektubun beni sarsan ilk cümlesine. “Sizin gibi kendi memleketine bu kadar âşık başka bir insan görmedim.” cümlesine. Memleketini sevmek, yazmak, anlatmak, öne çıkarmak bizde pek hoş görülmez. Ne yalan söyleyeyim, Adapazarı, Geyve, Karaçam sevgim hep iğnelendi. “Bir köyü olmalı insanın.” dedikçe bıyık altından güldü, yakınlarım bile. Erdal Öz’ün söylediklerini duyunca bir rahatladım bir rahatladım ki, anlatamam. Hem de işin içine hemşehrim Sait Faik’i katmıştı Öz:

“Yazarın, doğup büyüdüğü, onda pek çok yaşantılar bırakmış bir yeri, yurdu, bir toprağı olmalı; bir köyü, bir kasabası, bir kenti; herkesi tanıdığı bir mahallesi olmalı. Hem de bunu çocukluğundan beri yaşamış olmalı. Böyle düşündüm birden. Sait Faik, ilk gençlik yıllarını Adapazarı’nda yaşamış. Sonra sürekli Burgaz Adası. Oralardan ne güzel öyküler çıkardı…”)2

“Yine içimde buruklukla okudum yazını. Emine yengemi özlediğimi hissettim. Onun yumuşak sesi, koşuşturması, bir uzman gibi her işin üstesinden gelmesi, nasıl genlerimize kodlanmış her işi yapabilme yeteneği. Bazen kendimi çok yorucu buluyorum. Birçok şeyi yapabilmek istediğimde, yengemin bunu nasıl başardığını düşünüyorum ve her şeyden önce değirmen geliyor aklıma. Gece korkusu, gaz lambası, kar, kış…

Sanırım ben de büyüklerimin izinden gittim ve aynısını kızıma da yansıtmış olabilirim.

Sevgiler can kardeşim.”

(Bu yorum akrabalardan birine ait olmalı. Annemi tanıyor ve biliyor, seviyor da. Her işin üstesinden gelen, kapısına her gelene yüzü gülen annemi. Fakir dostu annemi. İnsan güzeli annemi. Dua istedi biliyorum. Bir şeyleri daha biliyor bu okur, gece korkusunu, gaz lambasını, kar’ı, kışı. Bir gece yarısı bize eşlik etmiş olmalı değirmen vardiyasında. Hazneye mısırları, buğdayları, çuvala unları doldurmuş, hem de uykulu uykulu, o kadar belli ki.)

“Kusura bakmayın hocam, ancak gelebildim. Sadi abinizin mesleğini merak ettim. Türkçesine ayrı, düşünce yapısına ayrı bayıldım. Sadece sözcükleri anlamak için değil, hayatı anlamlandırabilmek için de yavaşlamalıyız. Yavaşlamamız gerektiği kısmına ayrıca katılıyorum. Tam da bu konuyu çok güzel ve öz bir şekilde anlatan bir şiir geldi aklıma. Ama ne şiirin ismi var, ne dize, ne de şair… Behçet Necatigil olabilir belki. “Saatler” mi geçiyordu şiirde neydi, ama çok güzeldi. Bulacağım bir gün. Sabahattin Ali’nin değirmenle ilgili öyküsü de çok güzeldi.

Sizin Türkçeniz de çok güzel. En samimi bulduğum yazılardan oldu.

Belki de kendimi buldum diyedir, bu yazıyı ayrı sevdim. Ben de ortaokulda, özellikle ilkokulda Türkçeyi çok iyi konuşamazdım. Bazen, anlatmak istediğim şeyin Türkçe karşılığını hızlıca bulmakta zorlanırdım. O anları hatırlayıp gülümsedim. Teşekkür ederim hocam.”

(Bu yorum bir öğrencimden gelmiş olmalı, yazdıklarımı okumaya çalışan bir okurdan veya. Necatigil’i sevdiğimi biliyor. Ama şiirini hatırlayamadı, böyledir öğrenci milleti. -Gerçi bazı hocalar da böyledir, bir türlü hatırlayamazlar.- Benim gibi Türkçeyi hazır bulamayanlardan ve bunun sıkıntısını yaşayan, acısını duyanlardan. “Sadece sözcükleri anlamak için değil, hayatı anlamlandırabilmek için de yavaşlamalıyız.” cümlesine dikkat çektiğine göre ince biri. Türkçenin labirentlerine kulaç atmış incelik hem de. Türkçeyi hazır bulamamaktan bahsediyoruz. Bahsin Türk edebiyatındaki çarpıcı örneklerinden biri, Saraybosna’da bulunan Gazi Hüsrev Bey Camisi’nin uzun yıllar imamlığını yapan Abdullah Kavukçiya’nın torunu Cemil Kavukçu’nun kaleme aldığı “Teferiç” öyküsü olmalıdır.3 Öykü, Balkan’dan (ve benim gibi Kafkas’tan) göç edenlerin çocuklarının, torunlarının yaşadıkları Türkçe yetersizliğine odaklanır, özellikle de akran zorbalığının öne çıktığı okul ortamlarında.)

“Hocam, yazınızı zevkle okudum. Taraklı’da su ile çalışan tarihi bir değirmenimiz faal durumda çalışıyor. Gönderdiğim fotoğraf ise yazınızda sözü edilen elektrik üretilen santralda çektirdiğim fotoğraf. Bu bina her şeyi ile metruk bir hâlde sahip çıkılmasını bekliyor. Gönül ister ki bu santralin de koruma altına alınması. Ama ne yazık ki kıymetini bilemiyoruz. Görüşmek üzere selamlar.”

(Önceki yazıda Taraklı vardı. Bu güzel/kadim beldeden fotoğraflı bir mesaj gelmiş. Fotoğrafı yazının sonuna koymayı unutmam umarım. Taraklı’yı görmeyenler ilk fırsatta bu dünya cennetine gitmek için bir plan yapmaya başlasınlar, hem de hemen.)

“Hatıralarımın kapısını araladı yazınız. Dedelerim Trabzon’dan Beykoz’un bu şirin köyüne göç edince, önce bir değirmen yapmışlar, eskiden çağlaya çağlaya akan derenin üzerine. Ben çocukken elektriklerin kesildiği, odayı cılız bir mum ışığının aydınlattığı ve sobanın usul usul yandığı o uzun kış gecelerinde, annemden o değirmendeki anılarını, eski bir pikapta çalan kemençe melodileriyle nasıl coşkulu horonlar oynadıklarını ve içinde perilerin, efsunlu karakterlerin olduğu masalları dinleyerek büyüdüm. Ve annemin kuzine sobasında pişirdiği sıcak ekmek, biraz köy peyniri ve biraz da kendi yaptığı tereyağı fakir soframızın en büyük zenginliği olurdu. Sizin de dediğiniz gibi, ekmek değil yemekti, o bir tepside pişmiş dumanı tüten ekmek. Şimdi o dere cılız bir akıntı olarak kaldı. Değirmenin ise harabesi. Ama kuzinemiz hâlâ başköşede her kış olduğu gibi bu kış da soğuk kış gecelerimizi ısıtacağı günü bekliyor. Kaleminize sağlık hocam. Bambaşka diyarlara kapı açan bir yazı olmuş.”

(Yaşadıklarımıza benzer bir hayat süren ve böyle bir ailede büyüyen bir okurun yorumu bu. İnsan insana, coğrafya coğrafyaya, yorum “ana metne” benzeyebiliyor demek ki. Köy, dere, sık sık kesilen elektrikler, kuzine soba, sofra ve üstündekiler… “Şimdi o dere cılız bir akıntı olarak kaldı. Değirmenin ise harabesi.” İki kısa cümle bütün yorumlar içinde içime en çok dokunanı oldu. Dere kurudu kuruyacak, değirmenden geriye birkaç küçük iz kalmış. Bizde ise bahçenin ortasında kocaman oluk var, bir zamanlar hemen yanında bir değirmenin olduğunu bağıran. “Perileri, efsunlu karakterleri olan masalları” unuttum sanmayın. Değirmenler tekin yerler değil dedik daha önce, bir kere daha üstünden geçelim. “Büyülü gerçeklik” bahsini de okur tamamlar zaten.)

“Çok güzel bir yazı. İşin ilginç yanı benim babamın da dedesinden kalma bir değirmeni vardı.”

(Bir dedeli değirmen daha. Dedeler değirmen yaptılar. Babalar işlettiler. Ya biz?)

“Fransız göstergebilimcilerden pek saydığım bilim insanı Jacques Fontanille ‘biz değirmende yaşıyoruz’ demişti yıllar önce hiç anlamamıştım. Bir değirmenin alanında evleri varmış. Sanırım Avrupalılar bu değirmenleri gözden çıkarmıyorlar. Biz Büyükada’da yıllarca değirmen plajından denize girdik. Bir zamanlar un değirmeniymiş cümlesinden öte hayatımızda hafızamızda hiç bir karşılığı olmamıştır. Yazınızı ders gibi okudum ailenize saygı ve minnetle.”

(Bu yorumu da bir meslektaşım yapmış olmalı. Fransızların değirmenlere bakışıyla bizim bakamayışımızı özetlemiş. Orhan Veli’ye bir kere daha gönderme yapmazsak olmayacak, değirmenin kendi gitmiş adı kalmış yadigâr. Paris’e gittiğinizde her bina, sokak, cadde sizi bir yerlere ve zamanlara çıkarır, bizim zihnimiz gibi şehirlerimiz de karışık. Ben değirmen plajından denize girmedim ama o değirmenin çağıltısını duyabiliyorum. Ve artık biliyorum ki adalarda da bizim gibi ekmeğini değirmenden ve undan çıkaranlar varmış. Saygı ve minnet bizden efendim.)

“Değerli hocam, bugün yazınızı okudum. Hem çok güzel hem çok derin hem hüzünlü hem gerçek…

İki önerim var, biri siz başlayın biz katılalım, kitap olsun değirmenler… Güzel yazılar olması için elimden geldiğince destek olurum.

Diğer önerim, … olarak bu yıl 10. kez düzenleyeceğimiz … sempozyumumuza Adapazarı hakkında bir konuşmayla katılırsanız çok sevinir, onur duyarız…”

(Bir meslektaşımdan davet aldım. Yolların ve göç coğrafyasının belirlediği bu şehri anlatmam isteniyor. Adapazarı uzmanı değilim, yazdıklarımın çoğu kitabî bilgilerden çok kulaktan dolma söylencelerden oluşuyor. Asrımızın uleması belgesiz bilgileri bilimden saymıyor. Belgeler insandan bağımsızmış, gökten iniyormuş gibi. Belki torunlarımız dedelerine kulak verir, umut işte. Kalemin yetişmediği yerlere, insan aklı, dili, hayali uzanırmış, bizimki o misal. Adapazarı ve çevresiyle ilgili yüz elliden fazla yazımın önemli bir kısmı bu minval üzere. Birkaç ay önce Mustafa abiden öyle yakıcı bir Batum hikâyesi dinledim ki içim acıdı. Bir gün anlatmaya kalemim yetişir mi, bilemem. Yüzlerce hikâye gibi o da buharlaşırsa şaşmam. Adapazarı ve çevresinin söylencelerini derleyen veya derleyecek olan araştırmacılar var mıdır, varsa ne kadardır? Zaman o söylenceleri de değirmeninde öğütüyor, un ufak ediyor, kimin umurunda?)

Birkaç büyüğümden, dostumdan yorum gelmedi. Umarım hasta değildirler, onlar benim vefalı okurlarım. Belki de turpun büyüğü heybede, yorumların rafinesi de.

Ercan Yılmaz’ı unutuyordum, bizim Ercan yahu. “İlimbey Akademi”nin banisi. “Birkaç yazı sonra ‘değirmen kitabı’ yolda Hocam”, diyor attığı mesajda. Bense ona kitap devrinin kapandığını anlatmaya çalışıyorum ne zamandır. Ercan kitaba inananlardan. Kitaplı yollardan bugünlere gelenlerden. İflah olmazlardan. Herkese ve her kente bir tane lâzımlardan. Kalbi dilinde olanlardan. (“Görünmez’in arıları’ndan”.)

Bu değirmenin suyu nereden geliyor?

Bizim buralarda, hâlâ kurumadıysa, derelerden geliyor.

Taşıma suyla değirmen döner mi?

Arklarla taşınırsa döner, niçin dönmesin.

(Dere yatağına değirmen yapılmaz. Deredir bu, birden büyür ve böyle zamanlarda önündeki her şeyi önüne katar, Sakarya Nehri’ne kadar götürür. Dedemler, bahçemizdeki değirmeni, derenin uzakça bir kenarına, yüksekçe bir yere yapmışlar. Bu öngörü sayesinde, zaman zaman bahçemizi (ve bütün mahalleyi) basan sellerden etkilenmiyordu. Suyun debi kazanmasına hizmet eden ve ucundaki delikten fışkıran suyla önce çarkı sonra ona bağlı değirmen taşını döndüren su, arklarla taşınıyordu değirmenin oluğuna. Dereden bağımsız, ikinci bir derecikti bu. Değirmen deyip geçmemek lâzım, her ayrıntısı yüzlerce yıllık deneyime dayanıyor.)

Değirmen iki taştan, ya muhabbet?

Muhabbet iki kalpten.

Değirmen şairi Tarancı’dan bir şiirle bitsin yazı:

“Nasıl kızayım

Uykumu kaçırdığına,

Değirmene akan su!

Sesin öyle güzel ki,

Duymak isterdim

Öldükten sonra bile.”4

Bir gün kocaman kocaman bağıranlar gibi, biz de susacağız, değirmenden gelen ses, sen susma.

1 Kartpostallarla Tevfik Fikret ve Çevresi, Hazırlayanlar: M. F. Andı, Y. Taşçıoğlu, H. Yorulmaz, İstanbul Büyükşehir Belediyesi Kültür İşleri Daire Başkanlığı Yayınları No: 84, İstanbul 1999, s. 206-207.

2 Erdal Öz, Defterimde Kuş Sesleri, Can Yayınları, İstanbul 2003, s. 197.

3 Cemil Kavukçu, “Teferiç”, Tasmalı Güvercin, Can Sanat Yayınları, İstanbul 2014, s. 13-19.

4 Cahit Sıtkı Tarancı, “Su Sesi”, Varlık, 1 Ekim 1943.

 

 

 

 

 

ZİYARETÇİ YORUMLARI

Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu aşağıdaki form aracılığıyla siz yapabilirsiniz.

BİR YORUM YAZ