Karaçam Köyü

SADİ ABİ’NİN DEĞİRMEN ANILARI

Muharrem Dayanç

Yazarın şu ana kadar yazılmış 16 makalesi bulunuyor.

SADİ ABİ’NİN DEĞİRMEN ANILARI

Adapazarı köylerinin birçoğunun oluşumunda ve gelişiminde ovaya, ormana, yola, suya yakınlık gibi doğal ve coğrafî nitelikler başat rol oynar. Bunları “ulaşılabilir, oturulabilir, yaşanılabilir, geçinilebilir” olma ortak paydasında birlikte düşünmek mümkündür. Daha çok “Kafkas ve Balkan”dan göçlerle şekillenen bu kentte, bugünkü şehir merkezi de dâhil olmak üzere birçok yerin -özellikle düzlük ve ekilebilir alanların- bataklık olduğu, bu durumun insan ve hayvan sağlığını olumsuz etkilediği “Ada”lı geçmişi olanların malumudur. Bu olumsuzluklar uzak iklimlerden buralara gelenlerin yerleşmek için -başlangıçta- yüksek yerleri tercih etmelerine neden olmuştur. Tarım ve hayvancılıkla uğraşan bu insanlar Adapazarı ve çevresine yerleşir yerleşmez başlarını sokacakları derme çatma evlerden sonra, hayata tutunabilmek için ortak gereksinimleri olan “değirmenler”i inşa etmeye başlarlar. Bu nedenle nehir, göl veya denizden derelerin akış yönlerinin tersine (doğru) yapılacak her yolculukta suyun kaynağına varana kadar birkaç değirmenle karşılaşmak mümkündür, olasıdır, şaşırtıcı değildir.

Konu ister istemez değirmene geldi çünkü ben bir değirmenci çocuğuyum. Yüzlerce yıllık geçmişi olan bu değirmenle doğdum, büyüdüm, yaşadım. (Bu değirmeni yaşatamadık, bugüne taşıyamadık. Geriye sadece belli belirsiz bir “su oluğu” kaldı.) Bunun etkisiyle olacak birçok yazı yazdım bu büyülü mekânları anlatabilmek için.

Hayatım değirmenli bir geçmişe yaslanır.

Akarsuyun yamaçlardan topladığı milleri, kumları, çakılları yavaş yavaş ve sabırla düzlüğe taşıyıp biriktirmesi gibi ne çok hatırayı taşımışım çocukluk günlerinden bu yaşıma. Annem, değirmenin her ayrıntısına hâkim olduğu gibi, hangi tahılın veya unun kime ait olduğunu daha çuvallardan bilirdi. Bazen renginden bazen işaret koyarak. Hazneye konulmuş mısırların, buğdayların, arpaların öğütülmesinin ne kadar süre alacağını da öyle. Ondaki “değirmen saati”nin bozulduğunu, geç kaldığını veya ileriye gittiğini hiç görmedim. Su taşkınlarının bozduğu arkların ve değirmen aksamının onarılması işi babama aitti. Biz dokuz kardeş, değirmenli işlerin bazen gönüllü bazen gönülsüz yardımcılarıydık. Dolayısıyla gece yarılarında, karanlıkta, yağmurda, karda, fırtınalı zamanlarda değirmene gitmek gerektiğinde piyangonun çıkma ihtimali dokuzda birdi… Tahılları ve onların öğütülmüş hallerini (unları) değirmende koyacak yer kalmayınca yakın yerlerdeki başka değirmenlere yönlendirirdik sadece Geyve Boğazı’ndan değil Türkiye’nin her yerinden gelen konuklarımızı. En yakın değirmen yanlış hatırlamıyorsam Sapanca Fevziye’deydi. Akçay’ın biraz üstündeki köy.

Miguel de Cervantes, Alphonse Daudet, Roberto Piumini, Reşat Nuri, Sabahattin Ali ve Karacaoğlan gibi yazdıklarında değirmene kapı aralayan yazarların yolu iyi ki bizim bahçeye düşmedi yoksa bana yazacak bir şey kalmazdı.

Birkaç hafta önce Adapazarı’nda yayımlanan yerel bir gazetede Ahmet Sarı’nın Hendek’in eski adı Gübrelik yeni adı Bakacak olan köyünün geçmişiyle ilgili yazısına rastlayınca şehrim adına mutlu oldum. Arı bir Türkçeyle yazılmış ilham verici ve her yönüyle kusursuz bir yazıydı bu. Adapazarı’nı sevenlerin hem yazıyı okumalarını hem Ahmet Sarı’yı takip etmelerini ne çok isterim. Yeri gelmişken hemen yazayım: Şehrin ulaşımı en kolay yerinde yerel kültürle ilgili çalışma yapanların çağrılı olarak katılacağı bir “Adapazarı ve Çevresi Kültür Mirası Çalıştayı veya Sempozyumu” niçin düzenlenmesin? Görüyor ve okuyorum ki böyle bir birikim oluşmuş Adapazarı’nda. Hem de sonbahar bitmeden kış gelmeden. (“Çalıştay” ve “sempozyum” işleri bizi aşar, şehrin daha mühim ve öncelikle işleri vardır bilirim… Yanılmayı isterim.)

Ahmet Sarı “Bir Köyün Yüzyıllık Nefesi: Dereden Değirmene, Ormandan Madene” başlıklı yazıda hayvancılıktan tarıma köy hayatının gerçekçi bir panoramasını çizdikten sonra yine bu bölgelerin yaşadığı problemleri görmezden gelmemiş. Romantizme kapı aralamamış anlayacağınız. Sarı’nın yazısında benim en çok dikkatimi çeken Gübrelik/Bakacak köyünün değirmeni oldu. Derelerin köy hayatına kattıklarını şiirsel bir dille anlatan yazar sözün bir yerinde, değirmenlerin “suyun biraz hızlandığı yere” yapıldığını söylemeyi unutmaz. Bahsin değirmenlere geldiği bu bölümü biraz öncesi ve sonrasıyla buraya almak isterim:

“Köylüler artık tamamen yerleşik düzene geçince kendilerine tarım alanları açmaya başlarlar. Özellikle mısır, fasulye, biber, patlıcan, patates gibi temel gıda ürünlerini ekip biçerler. Sözünü ettiğim dere, dağlardan süzülür, köy merkezinde biraz yavaşlar, sonra yamaçlardan Kızanlık köyüne doğru hızlanır. Köylüler suyun hızlandığı yere mısırlarını öğütmek için bir su değirmeni yaparlar. Bu su değirmeni, köyün kültürel ve ekonomik kalbinin attığı yer haline gelir. Bir asra yakın zaman, değirmenin taşında o köyün mısırları un olurken, sıra bekleyenlerin sohbetleri, küçük tartışmaları, dertleşmeleri değirmenin tahta duvarlarına, tavan arasına, su oluğuna ve taşına birer anı olarak sinmiştir. O kadar benimsemişim ki o değirmeni, radyoda ‘Arkası Yarın’ programlarında yayınlanan Keloğlan masallarını dinlerken, değirmenci karakterli masallarda hep o değirmeni hayal ederim. Masal kahramanlarını o tanıdık değirmene yerleştiririm zihnimde.

Aradan yıllar geçti. Köy yollarında çakıl kamyonları, buldozerler, iş makineleri görülmeye başlandı. İçime bir kurt düştü hemen. Biraz sordum, soruşturdum. Köyde demir madeni arıyorlarmış. Köye gittiğimde değirmen yerinde yoktu. Kamyonların moloz taşıdığı yollarda toz toprak birbirine karışmış, ağaçlar kesilmiş, kayalar devrilmiş, köyün o güzelim tarihi dokusu adeta şantiye alanına çevrilmişti. Şaşkına döndüm. Sanki değirmenin yıkılışıyla bin yıllık dostumu kaybetmiş gibiydim. Tahta duvarlarına, tavanına ve taşına sinen anılar değirmenle birlikte yitip gitmişlerdi. Hendek’ten Bakacak köyüne baktığınızda alabildiğine yeşil ormanların içinde içinizi burkan yer yer kellikler görürsünüz. İşte o kellikler demir madeni için heba edilen ormanların, feda edilen bir tarihin ve yok edilen bir hafızanın utanç izleridir. Bazen bir köyün ormanı, bir ülkenin kalbidir.”1

Ahmet Sarı’nın ufuk açıcı bu yazısından sonra bir değirmen nostaljisi de son zamanlarda her şeyini büyük hayranlıkla okuyup anlamaya çalıştığım Taraklı’dan yükseldi. Memleketin ve özellikle dereleri bol bölgelerin üzerinde durulması gereken yerlerinin başında değirmenler geliyor. Bakmayın siz Orhan Veli’nin “Kendi gitti / İsmi bile kalmadı yadigâr” demesine. Değirmenlerin kendisi gitse ve yıkılsa bile geride isimleri yadigâr kalıyor. Durum böyle olunca Taraklı’daki “Değirmen Suyu” ibaresinin nereden geldiğini sordum, Taraklılı iki büyüğüm cevapta gecikmediler:

“Ulucami Mahallesi ile Yusufbey Mahallesi’ni ayıran Göynük Suyu’nun bir kolu olan Değirmen Suyu eskiden değirmen çarkı döndürür un üretimi sağlanırdı. Çevrenin sayılı un değirmenlerinden biri burada idi. Ayrıca bu Değirmen Suyu üzerinde yaklaşık 800 metrelik bölümde aralıklarla çamaşırhaneler (DONCAK) vardı. Hepsinden önemlisi bu değirmen suyu dediğimiz derede 1950’li yıllarda elektrik üretimi sağlanmış. Yani değirmen suyunun önemi ve geçmişi için her konuda sayfalarca yazı yazmak mümkün. Mesela bahçelerimiz bu dereden küçük arklardan sulanırdı. Balık tutulurdu. Çocuklar serinlemek için suya girerdi. Ama en önemlisi Taraklı’nın elektriği bu değirmen suyu sayesinde temin edilirmiş. Çok uzun zaman değil, bir kaç yıl öncesine kadar da berrak ve doğal bir güzellikti. Dere kenarında oturma bankları ve dere içerisinde nostaljik bir çark vardı. Maalesef şimdi içler acısı halde!” (İzzettin Kömürcü)

“Göynük suyundan çok yukarılarda bir bent ile ayrılan bu su hem Taraklı’nın elektrik ihtiyacını karşılayan bir su tribününü çalıştırır, yanındaki bir değirmenin çalışmasını da sağlardı. Değirmen Suyu sözü bu nedenle söylenir. Bu yazdıklarım benim çocukluğumda da vardı. Elektrik işi iptal oldu. Derenin en büyük işlevi, günümüzde bahçelerin sulanması işini üstlenmesi. İnşallah bir Taraklı gezisinde incelemesini yaparız. Selâmlar.” (Ahmet İşsever)

Hendek’ten, Taraklı’dan Karaçam’a gelelim.

Beni, yeni bir değirmen yazısının eşiğine kadar getiren fırtına “Değirmenci Uykusu” başlıklı yazıyı Sadi abiye (Sadettin Keskin) göndermemle başladı. Okumayanlar için metnin özünü veren yerleri buraya alayım:

“Hasan Basri Çantay Âkifname’de, İstiklâl Marşı’nın yazılmaya başlanma sürecini, bu süreçte kendisinin rolünü ve etkisini bir meclis oturumundan hareketle anlatırken, içinde bulundukları gürültülü ortamda müzakereler tamamlanır tamamlanmaz Mehmet Âkif’in derin bir hayalden/uykudan uyanırcasına yaşadığı değişimi, silkinmeyi tasvir etmek için kullanır “değirmenci uykusu” ifadesini:

Böyle gürültü içinde dalışa Âkif Bey “değirmenci uykusu” derdi. Çünkü değirmenci; uykusundan ancak gürültü kesilince uyanır!”

Yıllar önce bu deyimi ilk defa okuduğumda yerimden hopladığımı hatırlıyorum.

Tam da ailece bizim yüzyıllık değirmencilik maceramızı özetliyordu.”2

Sosyal medya aracılığıyla gönderdiğim yazıya birkaç dakika içinde enfes bir cevap geldi. Sadi abi küçücük bir paragrafla beni bir kere daha yarım asır öncesine götürdü:

“Muhteşem bir yazı. Bunu kaçırmışım. İçinde benim de çocukluğum, ergenliğim geçiyor en azından yazları birer ay. Rıdvan yedi yaşlarında falandı. Saklanıp sigara içmek için değirmenin yanına gitmiştim. Ya kapısında ya içinde bir sigara yaktım. Rıdvan da benimle gelmişti. Yedi sekiz yaşındaki haliyle ‘Bir tane de bana versana.’ demişti. Şaşkınlıktan küçük dilimi yutmuştum. Bir daha Rıdvan’ın yanında sigara içmedim. Mustafa dayımla bu ‘Bir tane de bana versana.’ cümlesini hâlâ keyifle kullanıyoruz.”

(Rıdvan kardeşim, Sadi ve Mustafa abiler halalarımın çocukları. Rahime ve Fatma halama buradan rahmet diliyorum. Ne güzel insanlardı onlar.)

Uzun uzun konuştuk eski ve değirmenli günleri Sadi abiyle. Konuşmanın sonunda, Türkçeyi bu kadar güzel kullanan bu insanın yazdıklarının en azından değirmenli kısmını bu dili seven herkesle paylaşmaya karar verdim. Benim dinmeyen sızılarımdan, iyileşmeyen yaralarımdan biri dilsizliktir, diğer bir ifadeyle Türkçesizliktir. Akademik hayatta da Türkçeyi ustalıkla ve incelikli kullanan o kadar az insan tanıdım ki… (Ama tanıdıklarım çok özeldi…) Bunların bir kısmının tuğla kalınlığında kitaplar yazdığını gördükçe ne diyeceğimi bilemedim. Bu dilsizlik ne büyük uçurumlar açtı gönül ve medeniyet coğrafyamızda, âh bunu bir anlayabilsek ve anlatabilsek.

Sözü Sadi abiye bırakacağım, benim ona söylediklerimi buraya alıp yazıyı şişirmek istemem, o boşluğu siz doldurun isterim.

*Değirmen ve değirmenci bu kadar güzel anlatılabilirdi. Aslında yazılır da üstümüze bir yorgunluk çöktü bir süredir.

*Büyülü sözcüklerin, yaşantıların umursanmadığı kapitalist bir dünya oluştu. Sosyal medya ve yeni tüketim alışkanlıkları her şeyi alıp götürdü. Ancak insanlık bir kenardan geri dönecek. Bu böyle sürdürülebilir bir şey değil. Elinde bir anlam yok ise nasıl yaşayabilirsin ki? Makinanın bir dişlisi olmaya gönüllü olmak da ne ola ki?

*Çocukken annemle köye geldiğimizde, hemen her gün otistik bir çocuk gibi değirmene giderdim. O dönen taş ve sesi, suyun gücü ve gürültülü sesi, unun yavaşça akışı, ahşap kokusu, nasıl da büyülü bir şeymiş.

*Bir de un kokusu olurdu. Olasıdır ki zihnimde yengemin (annemin) kuzineli sobada yaptığı o kocaman, sıcak köy ekmeği ile eşleştirirdim. Sıcak bir dilim ekmeğin üzerine tereyağı sürüp verirlerdi. Ömrümde yediğim en güzel yemek (ekmek değil) hâlâ odur.

*Şimdi ne yengem var, ne kuzineli soba, ne değirmen, ne un, ne ekmek, ne o tereyağı. Anısı hâlâ sımsıcak ama.

Böyle bir süre uzayıp gitti Sadi abinin köyle ve değirmenle ilgili çocukluk anıları. Anlatının içine annem ve köy hayatı da sızdı. Ekmeğiyle, tereyağıyla, ayranıyla, kuzineli sobayla…

Bu söylenenlerin benim hayatımdaki yerini de yazmazsam olmaz.

Sadi abiler (Sabahattin abi ve Sabahat abla) benim İstanbul’a, İstanbul Türkçesine açılan kapılarımdı. Hayatıma sızmış İstanbullardı onlar. (Batumlu Tanpınar’ın hayatına Üsküplü Yahya Kemal’in İstanbul görmüş elinin, dilinin değmesi gibi.) Her yaz Türkçe dersi talim ederdim onlardan. Dikkatimi anlarlar mıydı bilmiyorum. Türkçenin zembereğini onlarla kurdum iç dünyamda. Özellikle ortaokulda, bazı kelimeleri doğru söyleyememekten kaynaklanan dış dünyanın müstehzi bakışlarını, sözlerini onlardan aldığım dersle aşmaya, kapatmaya çalıştım. Bir göçmen ailenin çocuğu olmanın sızısıyla Türkçeyi hazır bulmadım dünyamda, yıllarca onun için çalıştım, çabaladım ki bu mesai hâlâ devam ediyor. Hafızamdaki yüzlerce şarkının, türkünün, şiirin arkasında bu gediği kapatma isteğinin telaşı yatıyor sanki. Bazı şiir kitaplarını dize dize ezberlemem boşuna değildi. Hiçbiri boşa gitmedi ve sonra kader benim ekmek kapım yaptı dünyanın bu en içli dilini.

Daha fazla duygusallaşmadan Sadi abinin sesiyle bitsin isterim yazı.

“Ya peki mısra nedir? Bir tanımı yok mu onun? Bence yok! Olsa olsa sezilmesi var, şiiri tekilleştirmesi, kolay ustalıklara araç olması, çağdaş anlayışın gerisinde kalması var. Mısra da sağduyu gibi bir şey… Sağduyu ise, Einstein’ın anlayışına göre, ‘İnsanın on sekiz yaşına gelmeden önce zihnine yerleşen önyargıların tortusu’ndan başka bir şey değil. İşte mısra da sağduyu gibi, beğeni eğitimi, töre anlayışı gibi, bize önceden aşılanmış bir ön-güzellik duygusu.”

Edip Cansever’in yukarıdaki paragrafıyla ilgili Sadi abiyle yaptığımız bir sohbette konu “mısra” ile “sağduyu” arasında kurulan analojide patinaj yapmaya başladı. O sordu ben dilim döndüğünce cevap vermeye çalıştım. Cansever’in, kolay kolay kimsenin aklına gelmeyecek özgün düşüncelerden hareketle Einstein’ı da için içine katarak yaptığı bu çözümlemeyi ufuk açıcı ve ezber bozucu bulduğumu söyledim. Uzadıkça uzayan bu keyifli sohbetin sonunda Sadi abi yine yapacağını yaptı. Son söylediğini defalarca okudum ve istedim ki siz de okuyun. Ekmeğini Türkçeden çıkaranlar da okusun; roman, öykü yazanlar da:

 

“İlerleyen kapitalizm ve teknoloji, kişiyi, içeriğini boşaltarak biçimlere, nesnelere tapan canlılara dönüştürüyor. Herkes bir şeylere yetişmeye çalışıyor. Bu işte bir terslik var. Bu acelecilik insanın sanatla olan bağını ciddi biçimde zayıflatıyor. Oysa keyif alabilmek için, durmayı öğrenip, sözcüklerin büyüsünü, dokusunu, kokusunu yaşayarak canlanabiliriz düşüncesindeyim hâlâ.”

ZİYARETÇİ YORUMLARI

Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu aşağıdaki form aracılığıyla siz yapabilirsiniz.

BİR YORUM YAZ