Karaçam Köyü

Bin Üç Yüz Dolardan Başlayan Fİyatlarla

Hasan ÖZDEMİR

Yazarın şu ana kadar yazılmış 81 makalesi bulunuyor.

İstanbul trafiğinin tek dostu radyolardır dersem bu şehri tecrübe eden hiç kimse bana karşı çıkmaz, öyledir çünkü. Taşranın bazı şehirlerinin İstanbul’a benzemeye başladığına dair rivayetler ortalıkta dolaşsa da biz bugün, medeniyetimizin gözbebeği, ata yadigârı biricik İstanbul’u konuşmaya devam edelim.

Yine araçlar yığılmış, yine trafik ışıkları boş yere yanıp sönmeye başlamış, arabaların gürültülü manevraları, sürücülerin el kol hareketleri artmıştı. Çeyrek yüzyıllık telâş emniyet şeridi, yol, yön, yaya geçidi, otobüs durağı tanımıyor, caddeler, sokaklar, kediler, köpekler, martılar, kargalar sabah mahmurluğunu üzerlerinden atıyordu.

Kendime verdiğim sözden dolayı önüme bakıyor, dış dünyayla ilgilenmiyordum, amma velakin bir eksiklik de hissetmiyor değildim araba-içi dünyamda.

Aklıma böyle zamanların can dostu radyo geldi.

Düğmeye dokunduğumda heyecanlı ve gür sesli bir konuşmacı özellikle dünyanın belli coğrafyalarında yaşanan savaşlardan, işgallerden, kötülüklerden, zulümlerden, haksızlıklardan hareketle birtakım ülkeleri “büyük şeytan”, “küçük şeytan”, “şeytanlara ses çıkaramayan kartondan aslan” gibi nitelemelerle eleştiriyor, yerden yere vuruyordu. Araya “radyomuz” ibaresini sıkıştırmayı ihmal etmeden… Böyle dediğine göre, radyonun sahiplerinden veya ortaklarından biri olabilirdi.

Yaptığı heyecanlı, haklı ve cesur konuşmaya iç sesimle “bravo” diyerek destek veriyor, alkış tutuyordum. Miting alanının eli bayraklı, ağzı sloganlı katılımcıları gibiydim. Konuşma beni kanala bağlamıştı (Oysa ben sabahları türkü dinlemeyi severdim.). Bu trafik keşmekeşinde, biraz da hiçbir şey yapmamanın veya yapamamanın burukluğuyla arabamı ve beni kasvet bassa da, yarım saatin nasıl geçtiğini anlayamadım.

Birden ses kesildi ve hiç beklemediğim bir zamanda gevrek bir “Rekklâmmlar” avazı duyuldu. Reklâm müziği biter bitmez mistik bir musiki eşliğinde ilk reklâm cıngılı dönmeye başladı, radyonun ulaştığı bütün frekans noktalarında, bütün coğrafyalarda, evlerde, arabalarda, çayevlerinde, yurtlarda, bürolarda, itinayla döşenmiş gösterişli yönetici odalarında, kışlalarda, mekteplerde, kulaklıklarda, çatı ve bodrum katlarında…

-Bin üç yüz dolardan başlayan fiyatlarla kandil umresi!

Sonrasını duymadım.

Reklâm kuşağı ne kadar devam etti bilmiyorum.

Biraz önce konuşan abi ne diyordu, reklam ne…

Hani Amerika…

Hani şeytan…

Hani uyan…

Hani basiret ey Müslüman…

Umre ticaret olmuştu.

Dünyanın her yerinde geçerli para birimiyle yapılıyordu.

Kutsal bir güne, zamana, aya, mevsime denk gelmesi her açıdan avantajlıydı.

Ticaretin ve sevabın fakir için olanı da vardı, zengin için olanı da…

Fakir için olanı bin üç yüz dolardı, zengin için olanı acaba kaç dolara kadar çıkıyordu (Parası olanın dünyası da öte dünyası da mamurdu zaten.).

Kâbe’ye tepeden bakan otellerin katı yükseldikçe…

İki yönlü ticaretti bu.

Popüler hâliyle söylemek gerekirse “kazan kazan”dı.

Fırsat kaçmazdı.

Paranın türünün, miktarının ne önemi vardı.

(Hay aksi, kralın davetiyle gidenleri unutmuşum, trafikten…)

Buna benzer düşünceler zihnimde peş peşe daireler çizerken, reklâmın ana cümlesinin short story (kısa öykü) formatına uygun olduğunu fark ettim. (Böyledir edebiyatçılar, dünya batsa da onlar “de”lere, “ki”lere ve kullanabilecekleri malzemeye odaklanırlar.) Trafikte daralmış olmanın sıkıntısıyla, tabi bir de sanatçı mizacımın(!) yardımıyla, ana cümleyi merkeze oturttuğum şöyle bir kısa öykü yazdım:

Radyoyu açtım.

Reklâmlar.

-Bin üç yüz dolardan başlayan fiyatlarla kandil umresi!

İlk girdiğim ortamda, sanki bir yerde okuyup çok beğenmiş edasıyla öyküyü yanımdakilere pasladım. Rengimi belli etmeden; “Yazar bu hikâyeyi yaşanmış bir olaydan sonra kaleme almış gibi geliyor bana.” dedim. “Bu on bir kelime hakkında ne düşünüyorsunuz arkadaşlar?” diye ekledim. On bir uğurlu rakamımdı, on üçün aksine.

Radyoyu kapattıktan sonra arabada yaşadığım sükûnete benzer bir sessizlik oldu.

Uzun sayılabilecek bekleyişten sonra yanımdakilerden biri “Umre pahalıymış!” dedi. Başkası “Kandilde umre yapmanın sevabı çoktur, pahasının ne önemi var!” diyerek önceki görüşü çürütmeye çalıştı. Bir başkası “Yazar bence şarkı dinliyordu, reklâmlar başlayınca dikkati dağıldı…” gibi cümlelerle uzattıkça uzattı, gerdikçe gerdi yorumunu. Şarkıdan sonra umre biraz absürt oldu ama renk vermedim. Duygu dünyamı yakalayacak bir ses, bir yorum arıyordum. Yazarın derisinin altına girecek bir dikkat…

Dostlar, dedim, bir öyküde, hele hele on bir kelimeden oluşan bir öyküde, tek kelimenin bile tesadüfen koroya katılması mümkün değil, bunu siz de biliyorsunuz. (Tüfeği omuzunda Çehov da bana hak verdi.) Gelin bu kelimelere tek tek bakalım.

Tamlamaları ayırmadan anahtar ifadeyi dörde böldüm:

Bin üç yüz dolardan”

başlayan”

fiyatlarla”

kandil umresi”

Umreye giden arkadaşının, bir kâğıda adını ve iyi temennilerini yazarak çektiği fotoğrafı whatsapptan atması üzerine yaşadığı mutluluğu anlatırken gözleri parlayan bir başkası, şükran duygularını uzun uzun tasvir ederek bahse kendince anlamlı bir genişlik ve derinlik kattı. Dört kelime veya kelime grubu umurunda bile değildi kimsenin.

Sustum.

Kırk yıllık dostluklara halel getirmeye değmezdi.

Hem bir edebî metin, baktığınız yere göre türlü türlü anlamlara gelmez miydi?

Bağlamın ne önemi vardı.

Kimse ruh dünyamın kenarından geçmiyor ama dörde böldüğüm kelimelerin hepsi bangır bangır bağırıyordu anlamı.

Huzursuzdum.

Tıpkı reklâmı duyduğum zamanın huzursuzluğunun çeşidindendi huzursuzluğum.

Dünyanın gürültüsüne kapılmaktandı bu sağırlık.

Reklâmı kurgulayanların türündendi bu körlük.

José Saramago’ya dolar cinsinden rahmet okuyarak evin yolunu tuttum.

En iyisi köye gitmekti sabah kalkar kalkmaz.

Komşumuz, umreden dönmüştü.

Borçlanarak gitmişti.

Muhatabına not gayrısını bağlamaz: Yazı tamamlandıktan sonra kelimeler koskocaman bir ayna gibi görünmeye başladı bana. Ekrana siluetim kazınmıştı sanki paraların üzerinde ancak dikkatle bakılınca görülen fotoğraflar gibi. Her kelime hesap soruyordu benden, gelgitler bitmiyordu. Kırk kere okudum yazıyı. Boy aynasında kendimi seyretmeyi sevmiştim! Metnin büyüsü, büyüdükçe büyüdü içimde, ne bir şey yazabildim ne okuyabildim bir süre. Beyaz kâğıda çağırdığım her kelime, pörsümüş de posası kalmış harfler gibi duruyordu öylece. Benimle yoldaşlık etmiyorlardı. Garip bir ruh hâliydi bu. Anlatmak ister miyim, emin değilim. Yazılarımı sonuna kadar okuyacak birkaç sırdaşım olacakmış, bunu öğrendim fırtınada. Geçecek, bu da geçecek, endişeye mahal yok, diyen iç sesimi keşfettim. Kelimeleri nadasa bırakmayı, masmavi bir Bosna ayazında talim etmeye başladım, bilenler bilir o geceleri, o sabahları. (Keşke yine ses verseler.) O günlerde kurduğum her hayali bir buluta bağlıyor, elimde kâğıt-kalem sabaha kadar geziniyordum. Sabaha doğru, çan sesini bastıran ezan sesi eşliğinde filiz veriyordu mavi mavi umutlar Bosna göğünde. Hayal dünyama yeniden İstanbul yükleniyordu; Boğaz esintisiyle, Üsküdar mahmurluğuyla, Beyazıt minareleriyle, Karacaahmet gerçekliğiyle, Beykoz sükûnetiyle. Ya Çekmeköy, ya Şile, ya Pendik, ya tüm Marmara kıyıları?

O hâlde bir Bosna temrini ile susalım:

“İnsan, içinde ve dışında taşıdığı en ağır yükün kelimeler olduğunu anlayınca, dünyaya yeni bir gözle bakma ihtiyacı hissediyor. Kalemle kâğıdın tedirginliği birbirine karışıyor. Konuşmakla susmak, yazmakla sükût etmek de öyle.

Kelimeler de soluyor renkler-yüzler gibi, anlamlar da buharlaşıyor denizler-gökler-maviler gibi. Öyle bir yere geliyorsunuz ki geçmişte yazılanlar kişisel tarihinizin diri ve yakıcı belgeleri olmaktan öte bir anlam taşımıyor.

Gurbet ve hasret burcunun suya verilmesi bundan.

Hikmet burcunun temel taşlarının tefekkürle örülmesi de.

Bundan biraz da iki kelimeyi birbirine yakıştırmak için günlerce uğraşmak.

Bundan başını alıp gitmeyi istemek rüyâdan, Bosna’dan, dünyadan…

ZİYARETÇİ YORUMLARI

Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu aşağıdaki form aracılığıyla siz yapabilirsiniz.

BİR YORUM YAZ